29 Haziran 2022 Çarşamba

Sait Faik Abasıyanık - Semaver



Semaver – Sait Faik Abasıyanık

Edebiyatımızda kendisine saygın bir yer edinen yazarlarımızdan birisi de Sait Faik’tir. Sait Faik, edebiyatımızda öykücülüğüyle öne çıkmış değerli bir yazarımız. Öyküyü olaydan arındıran Sait Faik, daha çok durum öykücülüğüyle ön plâna çıkmış; eserlerinde anlatacaklarını kendi “ben”inden geçirerek anlatmıştır. Öykülerinde genellikle şiirsel bir üslup kullanan Sait Faik, muhteşem betimlemeleri, derin karakter incelemeleriyle de edebiyatımızda dikkatleri üzerine çekmiştir. Öykülerinde yoksullara, kimsesizlere, balıkçılara, emekçilere, işsizlere, çocuklara, denize, ada hayatına yer veren sanatçı, gözlemi her zaman ön plâna çıkarmıştır.

Yazımıza konu olan “Semaver” kitabında da güçlü betimlemeleri ve şiirsel üslubuyla karşımıza çıkmıştır Sait Faik. “Semaver, Stelyanos Hrisopoulos Gemisi, Meserret Oteli, Bir Kıyının Dört Hikâyesi, Babamın İkinci Evi, İpekli Mendil, Kıskançlık, Bohça, Orman ve Ev, Düğün Gecesi, Şehri Unutan Adam, Üçüncü Mevki, Garson, Birtakım İnsanlar, Sevmek Korkusu, Louvre’dan Çaldığım Heykel, Robenson, İhtiyar Talebe, Bir Vapur” adlı kısa öykülerden oluşan bu eser daha çok olaya dayanan öyküleri okumayı seven edebiyatseverler tarafından isabetli bir tercih olmayabilir. Ancak yazarın şiirsel üslubu, ustaca yapılmış betimlemeleri, güçlü gözlemciliği gerçekten takdire şayan.

Kitaba ismini veren “Semaver” adlı öyküsünde yazar, ölümü kendine has üslubuyla anlatmıştır. Öyküde iki karakter var: Ali ve annesi. Fabrikada çalışan bir genç olan Ali, annesini kaybeder ve Sait Faik bu ölümü şöyle anlatır:

“Ali’nin annesine ölüm, bir misafir, bir başörtülü, namazında niyazında bir komşu hanım gelir gibi geldi. (...)

Bir sabah, daha Ali uyanmadan, semaverin başında üzerine bir fenalık gelmiş; yakın sandalyeye çöküvermişti. Çöküş, o çöküş.” (Sayfa:11)

Sait Faik, ölümü aynı öyküde şöyle anlatır:

“Ölümün karşısında, ne yapsak, muvaffak olmuş bir aktörden farkımız olmayacak. O kadar, muvaffak olmuş bir aktör.” (Sayfa:11)

“(...) Ölüm bildiğimiz kadar korkunç bir şey değildi. Yalnız biraz soğuktu o kadar...” (Sayfa:12)

Sait Faik Abasıyanık’ın “Semaver” Adlı Öykü Kitabından Alıntılar

-Kış ne kadar çok, ne kadar uzun olursa olsun; balık ne kadar az çıkarsa çıksın; yine yaz, bildiği gibi mahrumiyetlerin içinden kafasını kaldıracak ve onu bekleyenlere gelecektir. (Sayfa:16)

-Trifon toprağı sevmez; ona hürmet ederdi. Çünkü birçok sevdikleri orada, onun altında, aklın durduğu bir yerde yaşıyorlardı. Fakat toprağın üstünde koşan, onun üstünde beş on para kazanmak kaygısı ile dönüp dolaşan insanlar ne tuhaf mahluklardı. Ve denize bir dakika durup bakmaya vakitleri olmadığını söyleyen bu insanlar ne zevksiz mahluklardı. (Sayfa: 19)

-(...) Korku, yol boylarınca etrafımı sarıyor, önümde uzuyor. Sevmekten korkuyorum. Başka arzular, ihtiraslarla atıldığım yolda beni avare ve çırılçıplak, başı her manada boş bırakacak yalnız bir şey olduğunu biliyorum ve ondan karanlıktan, riyadan, zulümden, hürriyetsizlikten korkar gibi ürküyorum. (Sayfa:75)

-Küçük şeyleri unutamayanlar, en geri hatıraları da unutamayanlardır. Hafızalarının bu bahtsız kuvveti karşısında hiçbir memleket, hiçbir vatan tutamadan her yeri, her şeyi severek öleceklerdir. (Sayfa:87)

Okumak, okuyabilmek, okuyup okuduklarımız üzerinde düşünüp yorum yapabilmek büyük bir zenginliktir. Bunun farkında olup kitaplarla kalalım. Keyifli okumalar...

(Sait Faik Abasıyanık, Semaver, Yapı Kredi Yayınları)

 

 

 

 

 

 

 

 


28 Haziran 2022 Salı

Stefan Zweig - Bir Çöküşün Öyküsü

 

Bir Çöküşün Öyküsü / Stefan Zweig

(...) Çünkü bu tuhaf özellik, sürekli kandırmak istemek, gerçek eylemlerini bir yalanla örtmek onun karakteriydi.” (Sayfa 3)

“(...) Arzulandığı zaman güzeldi, zeki insanların arasında nüktedandı, gururu okşandığında kibirliydi, sevildiği zaman âşıktı. Ondan çok şey istendikçe o daha fazlasını verirdi. Ama onunla kimsenin konuşmadığı, onu kimsenin görmediği, duymadığı, arzulamadığı yalnızlığı sırasında çirkinleşmiş, sersemlemişti, çaresiz kalmış ve mutsuz olmuştu. O ancak yaşamın içinde canlanırdı. (Sayfa 33)

Kimden mi bahsediyoruz? Öykünün başkişisi Madame de Prie'den...

Fransız sarayının aristokrat kadınlarından Madame de Prie, kralın gözünden düşerek Normandiya’ya sürgüne gönderilir ve “Bir Çöküşün Öyküsü” böyle başlar. Madame de Prie, yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı gibi ilgi budalası, şımarık, kibirli, hem kendini hem de çevresindekileri kandırmayı alışkanlık hâline getirmiş bir karakterdir. Paris'teki eğlencelerden ibaret olan boş saray hayatı onun yaşamının merkezini oluşturur. Kralın gözünden düşüp Normandiya’ya sürgüne gönderilince yalnız kalır:

“(...) İki yıl Paris’ten uzak, insanlardan ve iktidardan yoksun yaşayacaktı demek: Bunca yalnızlığa katlanabilecek kadar güçlü değildi o. Bu onun ölüm fermanıydı. Mutluluk, servet, iktidar, gençlik ve aşk olmadan soluk alamayacağını biliyordu. (...) (Sayfa 30)

Bu yalnızlık, eskisi gibi insanların ilgisinin üzerinde olmaması, insanlar tarafından unutuluşu onun mantıklı düşünme yetisini kaybetmesine neden olur ve tekrar insanların ilgisini üzerine çekebilmek amacıyla akıllara durgunluk verecek bir plân yapar:

“Işıltılı bir hayat yaşamıştı, o hâlde ölümü de öyle olmalıydı.” (Sayfa:31)

Stefan Zweig, tüm eserlerinde olduğu gibi Bir Çöküşün Öyküsü” adlı eserinde de tüm psikoloji birikimini okuyucularına aktarıp derin karakter incelemeleri yapmıştır. Edebî zevkin ve psikolojinin iç içe olduğu bu 48 sayfalık kısa eser mutlaka kütüphanenizde bulunmalı. Herkese keyifli okumalar...

 

 

 

 

 

 

 

 


25 Haziran 2022 Cumartesi

Stefan Zweig - Satranç


Gece yarısı New York’tan Buenos Aires’e hareket edecek olan büyük yolcu gemisi, kalkış saatinin o alışılagelmiş koşuşturması ve hareketliliği içindeydi. (...) Ben, bu kalabalığın biraz uzağında, gezinti güvertesinde durmuş, bir tanıdığımla konuşuyordum; tam o sırada yanımızda iki ya da üç kez flaşlar parladı (...) Arkadaşım, oraya baktı ve gülümsedi: “Gemimizde ender rastlanabilecek biri de var, Czentovic.” Ve herhalde yüz ifademden bu haberden pek bir şey anlamadığım belli oluyordu ki, bir açıklama yapma gereğini duydu: “Dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic. Doğudan batıya bütün Amerika boyunca bir turnuvadan ötekine koştu, şimdi de yeni zaferler için Arjantin’e gidiyor.” (Sayfa:1)

Stefan Zweig, “Satranç” adlı eserine bu satırlarla başlıyor.

New York’tan Buenos Aires’e hareket eden gemide öykünün üç başkişisi var: Dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, sıradan bir satranç oyuncusu olan anlatıcı, usta bir satranç oyuncusu olmasına rağmen uzun bir süre satrançtan uzak kalan Dr. B. Şüphesiz bu üç karakterden en ilginci ise sıra dışı bir öyküsü olan Dr. B. karakteri... İkinci Dünya Savaşı'nın olumsuz, kahredici ve zulüm dolu etkisini üzerinde hisseden Dr. B., Naziler tarafından ilginç bir işkenceye maruz bırakılıyor. Yanlış anlamayın. Zindana atılmıyor, vahşi, ilkel işkencelere maruz bırakılmıyor. Dış dünyadan soyutlamaya dayanan bir işkence Dr. B’nin uğradığı işkence... Bir otel odasına yerleştirilen Dr. B. dış dünyadan tümüyle tecrit edilir. Gelin, bu tecrit sürecini kahramanın kendisinden dinleyelim:

“(...) İlk bakışta bana ayrılan oda hiç de rahatsızmış gibi gözükmüyordu. Odada bir kapı, bir yatak, bir koltuk, bir lavabo ve parmaklıklı bir pencere vardı. Fakat kapı gece gündüz kapalı duruyordu, masanın üstünde kitabın, gazetenin, tabaka kâğıdın, kurşunkalemin bulunması yasaktı, pencere bir yangın duvarına bakıyordu; kendi Ben’imin çevresinde ve dahası bedenimde mutlak anlamda hiçlik inşa edilmişti. Elimden her şey alınmıştı, zamanı bilmeyeyim diye saat, bir şey yazmayayım diye kurşunkalem, bileklerimi kesmeyeyim diye bıçak alınmıştı; hatta bir sigara gibi en küçük bir kendini uyuşturma aracı bile yasaklanmıştı. (...) Yapacak hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli olarak insanın çevresinde hiçlik, zamandan ve mekândan mutlak anlamda yoksun bir boşluk vardı.” (Sayfa: 37-38)

Herhangi biriyle konuşması da yasaktı Dr. B’nin. Kocaman bir boşluğun, kendi ifadesiyle kocaman bir “hiçliğin” içinde buluvermişti kendini. Arada sırada sorguya götürülmesi de rutini bozan tek şeydi onun için. İşte o sorgulardan birinde sırasını beklerken askıda asılı olan pardösünün içinde bulunan çeşitli satranç partilerinin bulunduğu kitabı çalan Dr. B., o sıkıntılı günlerde kendisine bir uğraş bulur ve satranç oynamayı öğrenir. Zamanla usta bir satranç oyuncusu olan Dr. B., bu gemi yolculuğunda çevresinin de ısrarlı istekleriyle dünya satranç şampiyonu Czentovic’e meydan okur.

Eserlerine psikoloji birikimini ustalıkla yansıtan bir yazar olan Stefan Zweig, “Satranç” adlı eserinde de bu yönünü ustalıkla okuyucularına yansıtabilmiştir. Eserdeki karakterlerin ruh hâllerini ustalıkla betimleyen Zweig, İkinci Dünya Savaşının karamsar tablosunu da okuyucularına hissettirmeyi başarmıştır.

Stefan Zweig’ın “Satranç” Adlı Eserinden Alıntılar

-Bize hiçbir şey yapmadılar - sadece bizi en mutlak anlamdaki hiçliğin içerisine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi dünyada hiçbir şey insan ruhu üzerinde hiçlik kadar ağır bir baskı uygulayamaz.

-Fakat sonuçta düşüncelerin de, ne kadar herhangi bir özden yoksunmuş gibi görünürlerse görünsünler, bir destek noktasına ihtiyaçları vardır, aksi takdirde dönmeye ve anlamsız bir biçimde kendi etraflarında çember çizmeye başlarlar; onlar da hiçliğe dayanamazlar.

-İnsan bir şey bekliyordu, sabahtan akşama kadar bekliyordu ve hiçbir şey olmuyordu. İnsan tekrar tekrar bekliyordu. Hiçbir şey olmuyordu. İnsan bekliyor, bekliyor, bekliyordu, düşünüyor, düşünüyordu, şakakları ağrımaya başlayana kadar düşünüyordu. Hiçbir şey olmuyordu. İnsan yalnız kalıyordu. Yalnız. Yalnız.

Okumak; özgürlüktür, değişimdir, gelişimdir. Okuma tutkusunu hiç kaybetmemeniz dileğiyle, keyifli okumalar...


Kaynak: Stefan Zweig, Satranç, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları 


Sezai Karakoç - Diriliş Muştusu

  Sezai Karakoç'un “Diriliş Muştusu” Adlı Eserinden Alıntılar -Diriliş eylemi, bir meşaleyi en elverişsiz şartlarda bile söndürmeden...